3 Eylül
İnsan eğer yeni bir hayata başlamak istiyorsa buna önce adından başlar. Bu temize çekme eylemini doğal bir sürece dönüştürerek onu kendi tarihinden de uzaklaştırır. Peki ya coğrafyalar için ne diyeceğiz ?
Diyarbakır’dan Mardin’e dönüş yolunda bizim şöför bir hikaye anlattı.
-Şu kaleyi görüyor musun?
-Şu tepedekini mi?
-Evet odur..o kaleyi Timur almak istemiş
-Timurlenk mi?
Yoo Timur…Ama kalenin giriş kapısını bir türlü bulamamış…Kuşatma devam etmiş ve en sonunda Kralın kızı Timur’a gizlice haber uçurmuş… Eğer kaledekilerin canlarını bağışlarsa ona kalenin giriş yerini söyleyeceğini iletmiş. O da söz vermiş. Bunun üzerine…eliyle işaret ederek
- Şu kuru dere yatağını görüyor musun?
Hangisini..haa.. ama kurumuş bu yatak..
Orası ırmak yatağı..Kral kızı sözü alınca suya baksınlar samanın en fazla toplandığı yerde kaleye giriş kapısını bulurlar demiş. Timur gelmiş kimseyi öldürmemiş kaleyi almış..
-Eee
-Ne eee si Emel Hocam hepsi bu..
-???
Elbette ben alışık düzende bu olay örgüsünde bi çatışma bekliyordum. Zira öyküyü öykü romanı roman yapan çatışma zincirleri değil midir?
-Neymiş bu kalenin adı? diye sordum
-Zerzevan, dedi.
Sonradan baktım..Romalılar döneminden kalan bir kaleymiş.
Zer “altın” dan geliyor dedim
Öyledir, altın demektir de..zevan ne bilmem..
-Zaten altın aramaya gelenler delik deşik etmişler her tarafı
İşte mevzumuzun başına dönersek bu isim meselesini o zaman düşündüm. Bir coğrafyanın ad aldığıdır tarihi. Ve elbet tam tersi de geçerlidir. Tarihine verilir ismi.. en azından gelenekte böyledir de artık değil… biraz ilerleyince Yeşilköy diye bir yer vardı..benim doğduğum köyün adı da üç kere değişmişti.. ama burada bu coğrafyada çoğu kürt isimli köylerin adı o an ilgili kişinin aklını çeliveren ilhamın inisiyatifine kalmış. Bütün Türkânların Türkiye yapıldığı 01/01 kod numaralı insanların bu isim değişikliklerine karşı ürettikleri birkaç çözüm var elbet. Onuda şu kısa hikâyeyle anlatıvereyim.
90 lı yılların başı. Adamın kızı olur, nüfus müdürlüğüne gider. Kendisi gibi kürt olan nüfus memuruna kızının adını Zozan koymak istediğini söyler.
‘Olmaz’ der nüfus memuru. ‘Başına belamı alacaksın, yasaktır!
ama adam diretir illa Zozan olacak
En sonunda adamın derdini aslında gayet iyi bilen nüfus memuru patlar
-Yahu ben yazayım buraya Suzan, sen evde çağır Zozan…
14 Ekim
Uzun zamandır Mardinsizdim. İstanbuldaydım yeni döndüm. Bu gün mesai yapmam gerekiyordu. Kızıltepe topraklarına ayak basmamla birlikte aksiyon başladı. Bir harala gürele arasında ambulansa alınan hasta yakınının ortalığı inleten sesiyle anladım, kürkçü dükkanındayım.
Aklıma “My Name is Nobody” filmi geldi..Ne vakit izlesem tuhaf bir coşku yaratır bende…
Henry Fonda ve Terrance Hill’in olağanüstü diyaloglarla bezedikleri oyunculukları ve elbette büyük yönetmen Sergio Leone’nin alaycı bir eda ile kamera arkasına geçtiği halde döneminin henüz yaşayan kimi önemli sinemacılarının isimlerini mezarlıklara düşürmede gösterdiği incelikli eleştirel zekası beni inanılmaz derecede keyiflendirir.
İnsan küfrü bile zeka ile yoğurup, pişirip servis ederse o küfür olmaktan çıkar ve zihni açan bir anahtar haline gelir..
Artık bunu yapabilen kişilerle pek karşılaşmıyoruz. Sık sık mail kutuma Can Yücel’in enstanteneleriyle bezeli mailler düşüyor. Ona öykünen genç şairlerin dillerinin altında sakladıkları bir hazırcevaplılık özentisi..Sonra birden inanılmaz hoyrat, zekadan yoksun, ahlaktan ve incelikten nasibini almamış bir saygısızın edebiyat çevresine gelişigüzel ettiği küfürlerle karşılaşıyorum ki bu da ben de estetik çatlama yaratıyor. Üstelik bu küfürleri doğrudan doğruya hesaplaştığı kişiye değil ortaya, herkesin okuyacağı şekilde bir gruba gönderiyor.
O vakit mideme kramplar giriyor. Derin bir umutsuzluğun içine düşüyorum. O andan itibaren beni söyleyen bir dilin nasıl bir karabasana dönüştüğünü anlatmam çok zor. Nefes alamıyorum..aynen böyle oluyor.
Biraz evvel de böyle oldu. Bunu aşmak için pencereyi açtım..
Dışarıda biri bağırıyordu…
- Buranın kaymakamı da benim, valisi de benim, milletvekili de benim….’nın çocukları… kim olduğumu öğreneceksiniz..
Mail kutusuna düşen edebiyatçı olduğunu sonradan yazışmalardan öğrendiğim edebiyat gruplarına atılmış kimi iletilerde de buna benzer cümleler vardı
- Benim kim olduğumu bilmiyorsan git…..kitabımı ve ….kitabımı oku. Ben..Ben..Ben…Ben …Ben…vs…gene Ben…
Ben de bu noktada şu tuhaf hayatımda, şu garip coğrafyada, kendime ancak My Name is Nobody diyebilirim…gerçi büyüyünce Muhteşem Gatsby olabilirim yahut olabilirdim demeliyim zira artık büyümeyeceğim kesinleşti.
Anthony, Orhan Gencebay’ın “ Dil Yarası” bütün bunları belki biraz daha çekilir hale getirebilir… akşama dinleyelim…
22 Ekim
İzmirden Uluer Aydoğdu “denizsuyukasesi”ni göndermiş.. derginin kapağında Hakan Savlı’nın bir şiiri var. İyi şiir sıkı şairin zihnine anahtar olan ve başka şiirler yazdıran şiirdir. “Batırfılay” şiiri son zamanlarda okuduğum ve müthiş keyif aldığım en sıkı şiirlerden.
Laos’a kalkan bir otobüs
Peronda Ping Buri’li bir kız
‘beni unutma’ dedim boynunu büküp
bir kuğu gibi, dedi ki
‘ay batırfılay, yu batırfılay’
…..
Kendisiyle hiç karşılaşmadık, daha çok “unutulmuş çocukluk eskizleri’nden bilirim. Sonra Go oyununa merak sardığım ve kitaplarını aradığım bir dönemde girdiğim bir Kadıköydeki kitapçıda tezgahtar kız bana Hakan Savlı’nın ‘Go Dersleri- Sonsuzluğa Yeni Başlayanlar İçin’ kitabını uzatmıştı. Kitap için o çok sevdiğim şair Ülkü Tamer not düşmüştü. Kıskanıp küsüp,dudağımı bükmüştüm…
İçimde yazma isteğini alevlendiren bu şiiri tekrar tekrar okudukça –iyi şeyler oluyor diye düşünüyorum. İyi şeyler var. Ve iyi şeyler herşeye ve heryere uzakta…o halde uzaklık yakınlıktır ve böyle olması gerekir, böyle olmasında bir iyilik vardır hem. İzmirden, Bursa’dan Eskişehir’den İstanbul’dan postaya verilen dergiler şu sapsarı topraklara yağan kar gibidir. Nefes aldırır, içimi temizler..dimağımı besler..
Belli etmekten utanıyorum ama usulca ve gizlice mutluyum…Anthony’i uyarmalıyım
- Anthony merkezden kaç, merkezde öcüler var..
2 Kasım
Ne vakittir düzenli olarak yazamıyordum…Defterim bitmişti ve ben bir türlü istediğim gibi bir defter bulamadığımdan içimden de yazmak gelmiyordu. Bütün düzenli yazma girişimlerim başarısızlıkla sonuçlandı. Objelerle organik bağlar kurmadan onları yaşam alanımda değerlendirmekte hep zorlanmışımdır...
Ve sonunda bir defter buldum. Bu defterden çok hoşlandım ama çantada taşımaya pek müsait değil. Bir de kalın olduğu için yazarken bileğim ağrıyor. Fakat gene de bu defteri sevdim.
Öyle sanıyorum ki defter denilen nesne kendisinin nesne olma halini aşmış bir yaratıktır . üstüne kibirli yazılarla binen yükün yok olmaya başladığı ve zihnimin dehlizlerinde organik bir arşivin umumi kasasına dönüştüğü-şeceği, zavallılığa doğru sayfalarını havalandırdığı şu sıralarda ise ben, içinde sadece bir gölge olmayı baştan kabullenmiş kendi “geveze boşluğuna” Kızıltepe’de, Mardin de bir plaj arayan umutsuz ve lüzumsuz bir kahramanım diyelim. Defter ise hiçte alçakgönüllü olmayan bir müneccim edasıyla sayfaların hışırtısı arasında ruhuma şunları fısıldamaya devam edecek…
Hala çürüyen denizin kokusunu özlüyorsun ve çürüyen zamanın ve çürüyen varlığının…artıklarla beslenmeyi iyi öğrenmiş olmalısın.
Sanırım bütün bunlar sevgili Anthony, bu defterle aramızda başlayan husumetin ilk belirtileri. Defterin kendi imlâsı, hayal gücü, zamanı, boyutu ve aklı var. Bütün bunları ele geçirdiğimde defter aklım olacak… o vakit gerçek istilacının kim olduğu konusunda çıkacak dünya savaşınında nükleer bir boyut kazandığını daha şimdiden görür gibiyim…karşılıklı öfkemiz o kadar büyük işte…
9 Kasım
İşteyim..ölenler var, ve doğanlar…burada ölüm de doğum da çok hızlı. Ve bu hız dünyanın dönme hızının aksine hareket eden sevinçli bir burgaç gibi çekirdeğe oradan da mağmaya ilerleyip dünyanın fazla enerjisini bulduğu bir delikten evrene boşaltıyor olmalı..
Yuvarlak olan nesnelerin kendi aralarındaki akrabalığı sadece benzerlikle sınırlı kalmıyor olabilir. Göz yuvarlaktır, dünya yuvarlaktır. Ölümle doğum arasında da ucu birleşmeye hazır bir çember vardır. Bardak yuvarlaktır, kendini karşıtlığı ile açıklayan her olgu yuvarlaktır, güzel olandan yasak olana yuvarlanan elma yuvarlaktır, masum bir açlıkla cinsel iştah arasında salınan göğüs yuvarlaktır. su damlası yuvarlaktır, ahlak yuvarlaktır, hukuk ve zaman da öyle…sıfır yuvarlaktır ve üçüncü tekil şahıs, kutsal kitaplarda Tanrı yerine işaret edilen “o” işte o da yuvarlaktır.
Evrenin eğer keskin satıhları varsa hiçbir yuvarlak sonsuzluk mecrasında pürüzsüz şeklini koruyamayacak demektir.
Ve kontrolsüz sürat de biçimleri bozar. Doğa’nın asla bize uymayan bambaşka bir ritmi var. Acılarımıza ve sevinçlerimize kulak asmayan bu ritim duygusuyla dünya bestelendi. Fakat ne yazıkki biz ıslık çalacak dudak eylemlerine bile üşeniriz…
Bu fotoğrafta insanlar, hızı temsil eden, tanımlanamayan yaşam formlarıdır…insanoğlu ana rahmine geri dönmeli ve bir daha oradan çıkmamalı…kurtuluş mesaneye tepeden bakan bir koltuktadır…
Öte yandan memleketin mezun ettiği ilk ebelerden Enveriye Hanım’ın diploması o zaman ne işe yarardı ki…
DEVLET-İ ALİYE OSMANİYE DERSAADET
DARÜLFÜNUN TIP FAKÜLTESİ EBE ŞAHADETNAMESİ
1337 SENESİ KABİLE (DOĞUM) MEKTEBİ MEZUNU
DARÜLFÜNUN SERİYAT-I TAHSİLİ NAZARAYİ AMELİ İKBAL VELEDİ.. ÜNVANINI MUVAFFAKİYETLE İSTİHSAL EDİP YİRMİBİR YAŞINDA İZMİRLİ ENVERİYE HANIM BİNLİ AHMET NİZAME-İ MAHSUSTA AHKAMI TAMAMEN MUTABIK OLMAK ÜZERE MÜNHASIR ECRUSENE MEZUN BULUNDUĞUNU
MÜBEYYİN
İŞ BU ŞAHADETNAME MAAMELEYİN TEKLİFİYLE YERİNE İTAR KILINDI
17 TEMMUZ 1337
TIP FAKÜLTESİ REİSİ : AKİ MUHTAR (ÖZDEN)
TIP FAKÜLTESİ KATİBİ UMUMİSİ
BU GÜN KATİBİN YEMİNİ HUZURUNDA DİPLOMA ALDIM
9 AĞUSTOS 1337
19 kasım
Tuhaf bir rüya gördüm. Buna rüya demek çok alçakgönüllüce bir tanım olur, hayır rüya değil bir film bir destan bir beden dışı deneyim, bir roman…
Birini öldürdüm. Daha doğrusu öldürdüğümü sanıyordum…ve yıllarca kaçtım…sonra itiraf etmeye karar verdim. Bu seferde cesedi bulamadım ve öldürdüğümü ispatlayamadım…
şu anda bile kalbimi parçalayan bir vicdan azabı çektim ki bu acıyla kıvranırken ölüverdim…öldüğümü gördüm. Bir örgüyü söker gibi damarlarımı söküyorlardı. Etin içinden nasılda çıtırtıyla söküldüğünü ve verdiği acıyı hatırlıyorum.
Uyandığımda bir saat kendime gelemedim. Sağa sola çarparak evin içinde dolanıyordum aniden raftan bir kitap düştü.
Samed behrengi…püsküllü deve..
Bu kitabı her üç beş sene de bir satın alırım…çocukluğumda arkadaş kitaplarından okumuştum. Bunu çok severdim. Birden püsküllü deveden uyku sersemi katile tekrar dönüştüm. Kitaptan utandım…ama sonra şunu düşündüm..behrengi de masallarını kendi katilleri için yazmadı mı?
Kitabı yerden kaldırırken aklıma takıldı…bir de o sıralarda “ satılık yarınlar” diye bir kitap beni çok etkilemişti…o kitabı bir daha hiçbir yerde bulamadım..yazarını da hatırlamıyorum ama çek bir yazardı gibi aklımda kalmış. Sınıfın ortasında gürül gürül yanan bir soba vardı. 3. sınıftaydım. Öğretmenim bana bu kitabı hediye etmişti. Çalışkanlık alametleri gösterdiğim için…tenefüste sobaya yanaşıp kitabı okumaya dalmıştım. Ve annemin ördüğü hırkayı böyle yakmıştım…
Bakınız bu çok tuhaf…Freud’un varlığından şüpheliyim. Zira bir katil olarak daha korkunç çocukluk anılarına sahip olmam gerekirdi…
Tekrar uyudum…ve rüya uzun metraj bir film gibi kaldığı yerden devam etti…bir seri katile dönüşmüştüm…öldürmeden önce soruyordum
- Behrengi yi okudun mu
- Hayır
- Yanlış cevap…BAM BAM BAMMM…
20 Aralık
(onaltı kırkbeş dergisi)
Yeni sene
Bir büyük rakı aldım. Gelecek gidecek yok…bir iki telefon, bir iki msj…bunlar kâfi. Jübile Klazmer Ensemble, Marchel Chalife, Mozart in Eagypt, tam hüzne gömülürken, Amelia Rodriges ile küçük dünya turumu tamamlamış olmayı umud ediyordum. Böyle olmadı. Hacı Taşan, Özay Gönlüm, Emel Taşcıoğlu, Kadriye Latifova ve Nevzat Karakış ile dem moduna geçtim.
Yeni senenin ilk günü bir Bordello kabusundan da uyanarak dünyaya baktım. Bu dünyanın yuvarlak olmasına imkan yok. Bir kağıt gibi olduğunu sanıyorum. Acı çekerken işte o kenarlarından da düşüyoruz. Böyle oluyor. Geceyi hatırladım. Kar yağıyordu. Mardin’e kar az düşer. Ama gece boyunca yağdı. Balkondan bir avuç kar aldım. Kar kadar gerçek hayat. Anladım, şiir hayata değil, hayat şiire yapışıyor.
10 Ocak 2009
Yaklaşık 9 gündür Anthony’i görmüyorum. Ona ayrı dünyalara ait olduğumuzu söyledim. O da bana “e ne olmuş sen bir yatalaksın ben de bir termoforum” dedi. Eskiden CİA da çalışırdı. Sonra emekliye ayrıldı. Felluce olaylarından sonra oldu bunlar. Erken emekliliğini istedi. Gitti Trakyada bir çiftlik satın aldı. Sonra da termofor olmayı tercih etti.
Bazen Viktorya tarzı döşenmiş bir odanın ortasında elinde ceketiyle öylece dikilirken görüyordum onu. Mardin konusunda oldukça kararlı görünüyor. Buradan ayrılmayacak. Bazen parmaklarını bu sapsarı toprağa daldırıp şöyle diyor: Toprak ne zaman toprak olduğunu biliyor, taş biliyor, su biliyor gökler, ağaçlar kuşlar ve solucanlar biliyor. Ben bilmediğim için bakıp görmeliyim sonra anlamalıyım ki bildim diyebileyim.
Bir termoforun bu inancı ve hırsı beni deli ediyor. Tekrar uykulara dönmeliyim, haklı o kadar da ayrı dünyalara ait değiliz.
22 Ocak 2009
Eğer Calvino Mardin’i görmüş olsaydı “ görünmeyen kentler” in yeryüzündeki aksiyle karşılaştığını düşünüp yazdığı bu muhteşem eseri tekrar geri toplatmaya kalkışabilirdi.
Bir olası Calvino girişimi:
Kaldırımın kenarı uçurum olan bu kenttin küçüklüğü bile şaibelidir. Çünkü asla bir günde yahut birkaç gün sürecek bir şehir turunda gezilip görülecek yerleri tamamen bitirmek mümkün değildir. Sanki bu yüzölçümü küçük, nüfusu az kentin içinde binlerce kent daha saklıdır. Kent her bakışta küçük küçük değişir. Bunu bakışımız mı yapar yoksa kent gerçekten değişir mi bilinmez. Bir kapı, bir balkon, bir pencere, bir tepe her baktığımızda başka başka özellikler edinmiş gibidir.Üstünde yaşayan insanların sanki özel bir teknikle ağır çekimle hareket etmeleri sağlanıyormuşcasına inanılmaz bir yavaşlığın müptelası oldukları anlaşılır. Bu yavaşlık duygusu kenti bir koza içine hapseder. Ve kent bununla beslenir. Kent sakinleri 4000 yıllık yatak odalarında uyurken pencerelerine konan uçutmaların kuyruk hışırtısıyla gülümserler. Kentin bütün çocukları uzağı görmeye alışmış gözleriyle kaldırım kenarlarından ufka doğru başlarını çevirirken yaşlıları sırtlarını genişliğe dönüp yüzlerini çevirdikleri kentin adını alan ve bir kartal yuvasını andıran kaleye bakıp güvercinlerden söz ederler.
Küçük bir bakkal dükkanı raflarını kraker ve cipslerle paylaşan Robert Musil, Peter Handke, Adorno, Dostoyevsky, Oğuz Atay, Hasan Ali Toptaş gibi yazarların kitaplarını gösterip şöyle der; anlamıyorum nasıl oluyorda onları anlamazlar, ben sekizinci sınıfa kadar okudum…ve hiç zorlanmıyorum.
Bakkal buğdayın ilk hali gibiydi. Ekmek olmak istemiyordu. Onu ekmek olmak isteyenlere bırakıyordu.
Cipsler ve kitaplar kendi hallerinde neredeyse simbiyoz bir yaşam alanı yaratmışlar. Öyle ki kitaba bakmadan sözünü etmeden sayfalarını karıştırmadan cips almaya çekiniyorsunuz.
4 Şubat 2009
Bu gün Gabriyel’in dükkanına gittim 2 süryani şarabı aldım. Gabriyel yoktu. Dükkana para isteyen üç kişi geldi. “Ben bu yaşlı kadını hatırlıyorum delikanlıyı da ama bu genç kızı görmemiştim” dedim tezgahtar’a . “onlar bir aile” dedi. “Onlar sırayla deliren bir aile,
kocası öldükten sonra önce kadın delirdi. Sonra delikanlı delirdi ve birlikte dolaşmaya başladılar genç kız liseye başlayacaktı ama o da en sonunda yeni onlara katıldı”.
“Nasıl yaşıyorlar”
“Böyle işte, gördüğünüz gibi, herkesten para istiyorlar ama topladıklarını kendileri harcamıyorlar, sülaleden birileri gelip onların elindekileri alıp gidiyor. Böylece onlar da yeniden güne başlayacak bir nedene sahip oluyorlar”.
Mardin’e ilk geldiğimde kadının tek başına dolaştığını hatırlıyorum. Gülümseyerek para topluyordu. Hala öyle..ama koluna girmiş oğlu ve kızıyla çekirdeğimsi bir aile olarak Mardin’in mecburiyet caddesine İstiklal Caddesi muamelesi yaparken daha huzurlu görünüyor.
Bir nazarlık alıp çıktım oradan. Bir yıldır hayatlarımızda poyraz esiyor. Poyrazımıza nazar değmesin diye…zira enerjisiyle dünyayı döndürebilir. Ve bu insanların dünyanın dönmesine ihtiyaçları var. Onların döngüleri dünyadan bağımsız tamamlansa da herşeye yeni ve başka muamelesi yaparak hayatlarını renklendimeye ihtiyaçları var. Ne diyorlardı kelebek etkisi mi, işte öyle bir şey…
08 Şubat 09
İstanbuldayım. Yağmur ve yağmur…çoğu dostumu gördüm. Kemal Kızıltoprak, Fikret Tunçel, Şeref Bilsel, Betül Dünder, Cenk Gündoğdu, Serdar Koçak..dar zamanda kısa merhabalar…olsun demek hayat devam ediyor. Şükrü Sever Kazablanka da. Bu gün dönecek ama görüşemeyeceğiz ne yazık ki.
Bana telefonda Kazablanka’yı sevdiğini söyledi. Tekrar gidecek. Sanırım bir kaç sene orada kalacak. Ona okyanus manzaralı bir çatı katı tutmasını söyledim. Ve oradan güzel şiirlerle dönmesini.
Şairin gitmeyi bilmesi gerek. Dönmeyi bilip bilmemesi o kadar önemli değil.
Ben gittiğim yerden çoğu zaman dönemem, öyle bir prensip edindiğimden değil, üşendiğimden, ne yazık ki üşendiğimden…
11 şubat 09
Diyarbakırda yeni bir dergi iki genç şairin çabasıyla edebiyatımıza merhaba dedi: Palto. Azad Ziya Eren ve Gonca Özmen Gogol’un paltosuna doğu ve batıyı katlayıp koymuşlar. Derginin batı ayağında Gonca, Doğu ayağında ise Azad var. Oldukça keyifli bir dergi olmuş. Melali öğreten nesle aşinayım. Bursa dan Eliz, Eskişehir den Arkadaş ve Patika dergisi elime geçen diğer dergiler. Herbirinde enfes yazı ve şiirler var. Hareketi görüyorum. Çok güzel şeyler olacak diye düşünüyorum. Yeni ve yetenekli isimler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Ben hiçbir zaman edebiyatımız için karamsar olmadım. Eşikteyiz, içeriye giriyoruz, içeriye giriyoruz, içeriye giriyoruz…
14 Şubat 09
Bu gün sevgililer günü. Ama benim Kabotaj bayramımı kutladılar. Normal bir hayatım olsaydı benim de sevgililer günümü kutlarlardı. Yahut öyle olsaydım…
Simenon’un bir romanını okudum biraz evvel “ Katil”. Olağanüstü bir kurgu. Zeka böyle bir şey. Geçen ay bir roman’a başladım. Ama Simenon kolumu kanadımı kırdı. Yazmayı tasarladığım şeyi yazmış. Peki bu nasıl olabilir. Daha önce bu romanı okumadığım halde nasıl bu kurgu kafama girdi. Tanrım delirebilirim. Bunu bana kim açıklayabilir…yazılmış bir şeyi tasarlamak da neyin nesi. Romanın kahramanlarını hemen işten kovdum. Tazminat falan da vermedim…
Kader roman yazmamın önüne geçiyor olabilir. O halde ben de Ana Britannica yazarım..
(onaltıkırkbeş dergisi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder