Bu Blogda Ara

Sayfalar

23 Mayıs 2010 Pazar

onaltıkırkbeş yazıları

Emel İRTEM


MEDİCE, CURA TE İPSUM*

*( Doktor önce sen kendini iyi et)



İngilizler’in çiftçi kralı III. Georges 30 sene normal insanlar gibi yaşadıktan sonra 1788’in 27 ekiminde bir kriz geçirir. Saray doktoru bazı tavsiyeler salık verir. Ama hastalık günden güne ilerler ve kral en sonunda etin toprakta yetiştiğine kanaat getirip toprağa biftek parçaları eker. Ağaçlarla tokalaşır.
Ülkede isyanlar çıkar. Otorite boşluğu alternatif sistemlerin gündeme gelmesine, monarşinin ilk defa ciddi ciddi tartışılmasına neden olur ama bunun da yansıması karakatür sanatında kendini gösterir. Zira bu sanat bu dönemde altın çağını yaşar.
III. Georges’un tedavisi, alternatif tedavi yöntemlerinin hepsinin deneme tahtası olarak kendi bedenini ortaya sürmesiyle oldukça ironik bir hal alır.
Bir kral olarak modern ve arkaik tıbbın o dönemde bilinen bütün işkencelerine maruz kalmıştır. Üç çeneli altmış dişli sülüklerle kanı emilir. Sonra “cezalandırıcı” bir hekim bulunur. Zalimliğin delisi bir hekim. Bu hekim Krala neredeyse bir parya gibi davranarak otorite ihtiyacını tatmin eder. Kral arada sırada iyileşir görünse de nöbetler tamamen kesilmez. Bu arada Napolyon her yeri ele geçirmektedir, Galler prensi isyan hazırlıklarına girişmiştir. Zavallı III. Georges Windsor kalesine kapatılır ve tam 10 yıl burada yaşar.
Modern tıp pek çok teşhisle bu başdöndürücü trajedinin peşine düştüğü noktada en nihayetinde “porfiria” teşhisiyle meseleyi bitirir. Bu hastalığın kurbanları mavi-yeşil işemelerinin dışında doğuştan kalıtım yoluyla geçen, çeşniliğe teşne, bir tuhaf genin marifeti olarak metabolik bir hastalığın nadir taşıyıcılarıdır. Aynı zamanda vampir hastalığı yahut kurt adam hastalığı olarak da bilinen bu tuhaf hastalık dünyayı inanılmaz şekilde renklendirmiş, coğrafyayı değiştirmiş, dengeleri alt üst etmiş, krallığı simgesel bir noktaya getirmiş, Amerikayı başımıza bela etmiş, yüzlerce binlerce romana kurt adam yahut vampir karakterleriyle hayat vermiş, Napolyon’u avrupada başıboş bırakmış, oldukça etkin bir hastalıktır.
Bu trajediden 40 yıl sonra kraliçe Victorya kocasını kaybedince 40 yıl sürecek bir depresyona sürüklenir. Bir gölgeden farksızdır. Osborn malikanesine çekilir, devrimciler monarşiye açıkça tavır alırlar, ve anayasal monarşi doğar.
Fransa’da VI. Şarl Britanya düküne saldırmak üzere yoldayken ihanete uğradığını düşünerek kendi askerlerini öldürür. Saraya doktorlar çağrılır ama kral kendisinin camdan yapıldığını ve düşüp tuzla buz olacağını düşünmektedir. Krala pek çok tedavi uygulanır. Hiç biri işe yaramaz. Agustunyen keşişleri saraya çağrılır, şeytan çıkarırlar ama hastalık nüksedince kelleleri kesilir. En sonunda hekimler kralın kafasını delerler. Anestezi 1846 yılında bulunacağı için zavallıyı sandalyeye bağlayarak, bağırtarak bu işlemi yaparlar. Kral birkaç yıl daha yaşar sonra oğlu VI. Henri ye hastalığını miras bırakarak bu dünyadan göçüp gider.
VI. Henry ilk nöbetini geçirir geçirmez saray hekimleri Lavman’a başvururlar. Günde 250 gram lavman yapılır. Pelin otu, zeytinyağı, kekik güven otu ile yapılan bu lavman zavallı genç kralı çılgınlığını bile yaşayamayacak kadar halsiz bırakır.
İşte Güllerin savaşı böyle patlak verdi. Krala karşı olan saraylılarla kral adına yönetimi devralmak isteyen saraylılar bu uzun savaşı hastalığı fırsat bilip başlattılar.

Şöyle bir sorun hep gündemimde olmuştur. Farklı olan mı bozuk olan mı hastalık olarak tanımlanabilir. Sanırım tıp her ikisini de kendi alanında değerlendirmeyi tercih etti
Kendi iktidarını kurarken kendi malzemesine acıma duygusunu da sahneleyerek sisteme entegre bir denge kurmaya çalıştı. Önce korkuyu pazarladı sonra hastalığı. Sonrada hastalığı tedavi etmeyecek ilaçların yan etkilerine karşı ürettiği ilaçları. Kendi çelik kasalarında beklettiği bakterilere, virüslere zaten aşina olduğundan belli zaman aralıklarıyla efendinin kim olduğunu dünyaya öğretecek bir yol izlerken hiç acele etmedi. Zaten en büyük hedefi buydu, hastalığı bitirmek değil. Aslında artık hastalıktan ziyade farklı olanı hedef almıştır bile diyebiliriz.
Zayıf olmak isteyen şişmanları,saçlarına aklar düşürememiş kelleri, gençliğe doyamayan yaşlıları, kendinden nefret eden gençleri, toplumsal geleneklerin dışına fırlayan nev-i şahsına münhasırları, doğrucu davutları, direnişcileri, devrimcileri, anarşistleri, sanatçıları, aşıkları, umut edenleri, umut söyleyenleri, umut yazanları…
Tıbbın 500 yıl önceki şeytan çıkarma yöntemleri şimdi işlemi tersine çevirerek her ruha birer şeytan kampanyasına dönüşmüştür. Doğa üstü yöntemleri kiliseye bırakıp tanrının evni arka kapıdan terkettiği zaman insan malzemesinden de vazgeçmiş ve cehaletin tanrılığına soyunmuştur. II. Dünya savaşında yahudileri gazodalarına yollayan Hitler suçludur da o gazı yapan, bu gün de leblebi gibi ilaçlarını içtiğimiz ilaç firması sözde suçsuzdur.
Mesela bütün nedenlerimizi cevaplayacak bir Freud’umuz var. Aynı zamanda film sektörü de onu çok sever. Holywood dünyayı yıllarca onun düşünceleriyle besledi. Çocukluk dönemini iyi geçiremeyenler genelde katil oluyor bunu biliyoruz artık. seri katil olmak içinse daha çok çalışmak daha çok trajedi falan gerekiyor. Kısaca şöyle kaba bir denklem var. Kötü şeyler yaşayanlar kötü olur
Herşey bir yana kim ne derse desin, dünya farklı olanı seviyor böylece ivme kazanıyor. Farklı olanı bizler sevmiyoruz. Ve bu nefretle en onulmaz derde düşüp yüksek ateş ve ishalle seyreden o meş’um hastalığa tutulup FAŞİST oluyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder