Bu Blogda Ara

Sayfalar

6 Aralık 2010 Pazartesi

onaltıkırkbeş

BÜYÜYÜNCE ÖCÜ OLMAK…

Emel İrtem

Korku yayılacağı coğrafyaya önce ayak sesleriyle hükmeder. Böylece önce korkudan, korkmaktan korkarız. Şiddet bu sözcüğün içine en vahşi en çılgın en hoyrat ama en sinsi şekliyle yuvalanıp, ruhumuzun o karanlık tarafını ele geçirir. Korkunun iktidarı tarafından ezilen ruh sarhoşluğa kendini bilmezliğe ve eblehliğe sığınır. İşte biz orada kendimizi yeniden bu artık nüveden hastalıklarla inşa ederiz. Buradan bakınca korku ile varolmak yok oluşların ve yok edişlerin, en aşağılık biçimi değil mi? Korkuyu bize küçük bir insani zaaf olarak sunan modern dünya kendi gücünü bu zaafın üstüne kurmuştur. Hep sözünü ettiğimiz yakındığımız “tepkisiz olma halleri” buradan feyz alır. Sözcükler bile anlamından olur. Türkiyede 12 Eylül ve Amerika da 11 Eylül bir çeşit yıkıntıyı ifade etse de sonraki kuşaklara korkusunu miras bırakmıştır.
Modern zamanda gerçekleşmesi muhtemel olan hatta olmayan tehdit unsuru henüz tehdit bile değilken korku dinamitinin ateşini fitiller. Korkmuş insanın da tıpkı korkmuş hayvan gibi tepki göstermesi kaçınılmazdır. Önce korku nesnesinden kaçar daha sonra köşeye sıkıştığını anladığında hiç olmadığı kadar saldırganlaşır. Bu gözü kara mücadeleci tavır son noktada, delirmeden yahut ölmeden önce korkuya son saygı duruştur. Korku kendimizi koruma altına alırken büyüttüğümüz bir canavardır. Böylece kendimizi daha büyük sömürü olanaklarının tarlası haline getiririz. Sonradan öğrendiğimiz haliyle korku bizi şiddete meyyal, devamlı şiddet üreten bireyler haline getirirken bir kobra yılanına sarılarak uyuyan bebeğe nedense hayretler içerisinde bakarız.
Ukrayna da 1990 dan sonra tutuklanan bir seri katil, bilinebilen kurban sayısı 55’in üstünde olduğu halde bütün soğukkanlı alaycılığıyla ölüme giderken insanları hayrete düşüren, yüzünde en ufak bir pişmanlık belirtisinin olmamasıydı. Büyük bir mahkeme salonunda ve demir kafeste üstelik etrafı silahlı görevlilerle çevriliyken dahi mahkemedeki insanların kanını donduracak bakışlarını etrafa sukunet içerisinde fırlatırken yarattığı bu üstün atmosferin onu koruyamayacağının gayet farkında olsa da onlardan daha büyük bir şeyi ömür boyu çaldığını biliyordu : güvenlik hissi.
Korkunun mekanizması böyle çalışır. Kişinin güvenlik hissini zedeler. Ayaklarının altındaki zeminin ne kadar kaygan olduğunu hatırlatır. Sistem korkuyu bu düğmelerle harekete geçirir. “ faili mechul” sözcüğü inanılmaz bir güçle çocukların dahi dimağına yerleşirken taraf olmanın ürkütücü ve yok edici gerçeğini de işaret etmektedir. Korku nesnesinin kendisine gerek yoktur. Onu anımsatacak şey gerçek korku nesnesinin yerine geçer.
Bu gün biz ölmekten öldürülmekten yahut delirmekten çok alışkanlıklarımızdan mahrum kalmaktan korkarız. Henüz hastalanmamışken hasta olmaktan öyle çok korkarız ki modern tıbbın kanımızı sonuna kadar emmesine izin veririz. Tıbbın kehanetleri bildiğimiz bütün kehanetlerden daha kötücül bir gerçeklikle ruh sağlığımızı tehdit etmektedir. Kanser olma korkusu, AİDS veya hepatit bulaşma endişesi artık yerini daha basit tanımlı ama daha hızlı öldürücü hastalıklara bırakmaktadır. Envai çeşit grip virüsünün her sene kendini başka bir hayvanla lanetleyerek yaydığı korku insan olma hallerimizi, duygu durumlarımızı ve binlerce yıllık gelenekleri tehdit etmektedir. Çok yakın bir gelecekte kimse kimseyle hiçbir tensel temasta bulunmayacak. Kendimizi çelik kasalar içinde kilitli tutma becerisini göstermek için psikiatri kurumuna şimdi olduğundan daha fazla ihtiyaç duyacağız. Kimsesizliğimizin ağrısıyla sığındığımız o metal dünya yaşarken inşa edilmiş konforlu bir mezarlık olacak.
Dünyadaki şeker imparatorlarının yüzyıllar öncesinde yarattığı köleliği bu gün de biraz modernize edilmiş ama daha vahşi ve merhametten yoksun ve işçi dediği köleleri tamamen açlığa mahkum ederek, aç bırakma korkusuyla terbiye ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu işçiler Dominic Cumhuriyetin’e iş bulama hayalleriyle dışarıdan gelen işçiler. Gelir gelmez ellerinden pasaportları alınıyor. Ve kişi başı bir ton şeker kamışı kesmezse günlük yevmiyesi olan 2 doları alamayacakları kendilerine söyleniyor. Sabah kahvaltı etmeden, öğle ve akşam yemeği yemeden 12 saat boyunca şeker kamışı kesen işçilerin geç saatte kalabalık aile gruplarıyla aldığı gıda, lokması sayılabilir cinsten. Şirketin fahiş fiyat uygulayan marketine borçlandırılıyorlar. Ve 18-20 senelik işçiler var. Kör de olsa sakat da olsa tarlaya gitmeye mecbur. Bir terbiye yöntemi olarak kullanılan korku en basit insani ihtiyaçlarımız için bile bizi mücadele edecek bilinçten koparıyor. Bu gün pek çok sektörde benzeri modern kölelik uygulamalarıyla karşılaşıyoruz. Bizi alıkoyan korku konformist tabiatımızın sanal gerçekliğini tehdit ediyor. Bu yüzden oturduğumuz evlerin ve caddelerdeki arabaların %90 ı bankalara ait. Ve bu duruma entegre olabildiğimiz ölçüde bir başka değişle borçlandığımız müddetçe rahatız. Ait olmama, dışarıda kalma, farklı olma korkusu üstümüze görünmeyen bir üniforma dikti. “Aaaa bu kitle üniformalı” diyecek sağduyu sahibi zihinlerin sayısı da bu korku dediğimiz duygu durumuyla bağlantılı olarak değişiyor, azalıyor.
Ölme yahut öldürülme korkusu hiçbir zaman bu kadar sıradan hale gelmemişti. Kanıksadığımız şiddetin ürettiği korku ve korkunun ürettiği şiddet arasında araftayız Telefonum çalıyor.
Annem “artık Mardin’de durma” diyor. Oysa Mardin olası gelecekten daha çok korkuyor. Çünkü töre denilen şey bu coğrafya üzerinden kurşuna diziliyor.
Annem hala meselenin töre olduğunu sanıyor…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder