Bu Blogda Ara

Sayfalar

6 Aralık 2010 Pazartesi

onaltıkırkbeş

BÜYÜYÜNCE ÖCÜ OLMAK…

Emel İrtem

Korku yayılacağı coğrafyaya önce ayak sesleriyle hükmeder. Böylece önce korkudan, korkmaktan korkarız. Şiddet bu sözcüğün içine en vahşi en çılgın en hoyrat ama en sinsi şekliyle yuvalanıp, ruhumuzun o karanlık tarafını ele geçirir. Korkunun iktidarı tarafından ezilen ruh sarhoşluğa kendini bilmezliğe ve eblehliğe sığınır. İşte biz orada kendimizi yeniden bu artık nüveden hastalıklarla inşa ederiz. Buradan bakınca korku ile varolmak yok oluşların ve yok edişlerin, en aşağılık biçimi değil mi? Korkuyu bize küçük bir insani zaaf olarak sunan modern dünya kendi gücünü bu zaafın üstüne kurmuştur. Hep sözünü ettiğimiz yakındığımız “tepkisiz olma halleri” buradan feyz alır. Sözcükler bile anlamından olur. Türkiyede 12 Eylül ve Amerika da 11 Eylül bir çeşit yıkıntıyı ifade etse de sonraki kuşaklara korkusunu miras bırakmıştır.
Modern zamanda gerçekleşmesi muhtemel olan hatta olmayan tehdit unsuru henüz tehdit bile değilken korku dinamitinin ateşini fitiller. Korkmuş insanın da tıpkı korkmuş hayvan gibi tepki göstermesi kaçınılmazdır. Önce korku nesnesinden kaçar daha sonra köşeye sıkıştığını anladığında hiç olmadığı kadar saldırganlaşır. Bu gözü kara mücadeleci tavır son noktada, delirmeden yahut ölmeden önce korkuya son saygı duruştur. Korku kendimizi koruma altına alırken büyüttüğümüz bir canavardır. Böylece kendimizi daha büyük sömürü olanaklarının tarlası haline getiririz. Sonradan öğrendiğimiz haliyle korku bizi şiddete meyyal, devamlı şiddet üreten bireyler haline getirirken bir kobra yılanına sarılarak uyuyan bebeğe nedense hayretler içerisinde bakarız.
Ukrayna da 1990 dan sonra tutuklanan bir seri katil, bilinebilen kurban sayısı 55’in üstünde olduğu halde bütün soğukkanlı alaycılığıyla ölüme giderken insanları hayrete düşüren, yüzünde en ufak bir pişmanlık belirtisinin olmamasıydı. Büyük bir mahkeme salonunda ve demir kafeste üstelik etrafı silahlı görevlilerle çevriliyken dahi mahkemedeki insanların kanını donduracak bakışlarını etrafa sukunet içerisinde fırlatırken yarattığı bu üstün atmosferin onu koruyamayacağının gayet farkında olsa da onlardan daha büyük bir şeyi ömür boyu çaldığını biliyordu : güvenlik hissi.
Korkunun mekanizması böyle çalışır. Kişinin güvenlik hissini zedeler. Ayaklarının altındaki zeminin ne kadar kaygan olduğunu hatırlatır. Sistem korkuyu bu düğmelerle harekete geçirir. “ faili mechul” sözcüğü inanılmaz bir güçle çocukların dahi dimağına yerleşirken taraf olmanın ürkütücü ve yok edici gerçeğini de işaret etmektedir. Korku nesnesinin kendisine gerek yoktur. Onu anımsatacak şey gerçek korku nesnesinin yerine geçer.
Bu gün biz ölmekten öldürülmekten yahut delirmekten çok alışkanlıklarımızdan mahrum kalmaktan korkarız. Henüz hastalanmamışken hasta olmaktan öyle çok korkarız ki modern tıbbın kanımızı sonuna kadar emmesine izin veririz. Tıbbın kehanetleri bildiğimiz bütün kehanetlerden daha kötücül bir gerçeklikle ruh sağlığımızı tehdit etmektedir. Kanser olma korkusu, AİDS veya hepatit bulaşma endişesi artık yerini daha basit tanımlı ama daha hızlı öldürücü hastalıklara bırakmaktadır. Envai çeşit grip virüsünün her sene kendini başka bir hayvanla lanetleyerek yaydığı korku insan olma hallerimizi, duygu durumlarımızı ve binlerce yıllık gelenekleri tehdit etmektedir. Çok yakın bir gelecekte kimse kimseyle hiçbir tensel temasta bulunmayacak. Kendimizi çelik kasalar içinde kilitli tutma becerisini göstermek için psikiatri kurumuna şimdi olduğundan daha fazla ihtiyaç duyacağız. Kimsesizliğimizin ağrısıyla sığındığımız o metal dünya yaşarken inşa edilmiş konforlu bir mezarlık olacak.
Dünyadaki şeker imparatorlarının yüzyıllar öncesinde yarattığı köleliği bu gün de biraz modernize edilmiş ama daha vahşi ve merhametten yoksun ve işçi dediği köleleri tamamen açlığa mahkum ederek, aç bırakma korkusuyla terbiye ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu işçiler Dominic Cumhuriyetin’e iş bulama hayalleriyle dışarıdan gelen işçiler. Gelir gelmez ellerinden pasaportları alınıyor. Ve kişi başı bir ton şeker kamışı kesmezse günlük yevmiyesi olan 2 doları alamayacakları kendilerine söyleniyor. Sabah kahvaltı etmeden, öğle ve akşam yemeği yemeden 12 saat boyunca şeker kamışı kesen işçilerin geç saatte kalabalık aile gruplarıyla aldığı gıda, lokması sayılabilir cinsten. Şirketin fahiş fiyat uygulayan marketine borçlandırılıyorlar. Ve 18-20 senelik işçiler var. Kör de olsa sakat da olsa tarlaya gitmeye mecbur. Bir terbiye yöntemi olarak kullanılan korku en basit insani ihtiyaçlarımız için bile bizi mücadele edecek bilinçten koparıyor. Bu gün pek çok sektörde benzeri modern kölelik uygulamalarıyla karşılaşıyoruz. Bizi alıkoyan korku konformist tabiatımızın sanal gerçekliğini tehdit ediyor. Bu yüzden oturduğumuz evlerin ve caddelerdeki arabaların %90 ı bankalara ait. Ve bu duruma entegre olabildiğimiz ölçüde bir başka değişle borçlandığımız müddetçe rahatız. Ait olmama, dışarıda kalma, farklı olma korkusu üstümüze görünmeyen bir üniforma dikti. “Aaaa bu kitle üniformalı” diyecek sağduyu sahibi zihinlerin sayısı da bu korku dediğimiz duygu durumuyla bağlantılı olarak değişiyor, azalıyor.
Ölme yahut öldürülme korkusu hiçbir zaman bu kadar sıradan hale gelmemişti. Kanıksadığımız şiddetin ürettiği korku ve korkunun ürettiği şiddet arasında araftayız Telefonum çalıyor.
Annem “artık Mardin’de durma” diyor. Oysa Mardin olası gelecekten daha çok korkuyor. Çünkü töre denilen şey bu coğrafya üzerinden kurşuna diziliyor.
Annem hala meselenin töre olduğunu sanıyor…

23 Mayıs 2010 Pazar

onaltıkırkbeş yazıları

Emel İRTEM


MEDİCE, CURA TE İPSUM*

*( Doktor önce sen kendini iyi et)



İngilizler’in çiftçi kralı III. Georges 30 sene normal insanlar gibi yaşadıktan sonra 1788’in 27 ekiminde bir kriz geçirir. Saray doktoru bazı tavsiyeler salık verir. Ama hastalık günden güne ilerler ve kral en sonunda etin toprakta yetiştiğine kanaat getirip toprağa biftek parçaları eker. Ağaçlarla tokalaşır.
Ülkede isyanlar çıkar. Otorite boşluğu alternatif sistemlerin gündeme gelmesine, monarşinin ilk defa ciddi ciddi tartışılmasına neden olur ama bunun da yansıması karakatür sanatında kendini gösterir. Zira bu sanat bu dönemde altın çağını yaşar.
III. Georges’un tedavisi, alternatif tedavi yöntemlerinin hepsinin deneme tahtası olarak kendi bedenini ortaya sürmesiyle oldukça ironik bir hal alır.
Bir kral olarak modern ve arkaik tıbbın o dönemde bilinen bütün işkencelerine maruz kalmıştır. Üç çeneli altmış dişli sülüklerle kanı emilir. Sonra “cezalandırıcı” bir hekim bulunur. Zalimliğin delisi bir hekim. Bu hekim Krala neredeyse bir parya gibi davranarak otorite ihtiyacını tatmin eder. Kral arada sırada iyileşir görünse de nöbetler tamamen kesilmez. Bu arada Napolyon her yeri ele geçirmektedir, Galler prensi isyan hazırlıklarına girişmiştir. Zavallı III. Georges Windsor kalesine kapatılır ve tam 10 yıl burada yaşar.
Modern tıp pek çok teşhisle bu başdöndürücü trajedinin peşine düştüğü noktada en nihayetinde “porfiria” teşhisiyle meseleyi bitirir. Bu hastalığın kurbanları mavi-yeşil işemelerinin dışında doğuştan kalıtım yoluyla geçen, çeşniliğe teşne, bir tuhaf genin marifeti olarak metabolik bir hastalığın nadir taşıyıcılarıdır. Aynı zamanda vampir hastalığı yahut kurt adam hastalığı olarak da bilinen bu tuhaf hastalık dünyayı inanılmaz şekilde renklendirmiş, coğrafyayı değiştirmiş, dengeleri alt üst etmiş, krallığı simgesel bir noktaya getirmiş, Amerikayı başımıza bela etmiş, yüzlerce binlerce romana kurt adam yahut vampir karakterleriyle hayat vermiş, Napolyon’u avrupada başıboş bırakmış, oldukça etkin bir hastalıktır.
Bu trajediden 40 yıl sonra kraliçe Victorya kocasını kaybedince 40 yıl sürecek bir depresyona sürüklenir. Bir gölgeden farksızdır. Osborn malikanesine çekilir, devrimciler monarşiye açıkça tavır alırlar, ve anayasal monarşi doğar.
Fransa’da VI. Şarl Britanya düküne saldırmak üzere yoldayken ihanete uğradığını düşünerek kendi askerlerini öldürür. Saraya doktorlar çağrılır ama kral kendisinin camdan yapıldığını ve düşüp tuzla buz olacağını düşünmektedir. Krala pek çok tedavi uygulanır. Hiç biri işe yaramaz. Agustunyen keşişleri saraya çağrılır, şeytan çıkarırlar ama hastalık nüksedince kelleleri kesilir. En sonunda hekimler kralın kafasını delerler. Anestezi 1846 yılında bulunacağı için zavallıyı sandalyeye bağlayarak, bağırtarak bu işlemi yaparlar. Kral birkaç yıl daha yaşar sonra oğlu VI. Henri ye hastalığını miras bırakarak bu dünyadan göçüp gider.
VI. Henry ilk nöbetini geçirir geçirmez saray hekimleri Lavman’a başvururlar. Günde 250 gram lavman yapılır. Pelin otu, zeytinyağı, kekik güven otu ile yapılan bu lavman zavallı genç kralı çılgınlığını bile yaşayamayacak kadar halsiz bırakır.
İşte Güllerin savaşı böyle patlak verdi. Krala karşı olan saraylılarla kral adına yönetimi devralmak isteyen saraylılar bu uzun savaşı hastalığı fırsat bilip başlattılar.

Şöyle bir sorun hep gündemimde olmuştur. Farklı olan mı bozuk olan mı hastalık olarak tanımlanabilir. Sanırım tıp her ikisini de kendi alanında değerlendirmeyi tercih etti
Kendi iktidarını kurarken kendi malzemesine acıma duygusunu da sahneleyerek sisteme entegre bir denge kurmaya çalıştı. Önce korkuyu pazarladı sonra hastalığı. Sonrada hastalığı tedavi etmeyecek ilaçların yan etkilerine karşı ürettiği ilaçları. Kendi çelik kasalarında beklettiği bakterilere, virüslere zaten aşina olduğundan belli zaman aralıklarıyla efendinin kim olduğunu dünyaya öğretecek bir yol izlerken hiç acele etmedi. Zaten en büyük hedefi buydu, hastalığı bitirmek değil. Aslında artık hastalıktan ziyade farklı olanı hedef almıştır bile diyebiliriz.
Zayıf olmak isteyen şişmanları,saçlarına aklar düşürememiş kelleri, gençliğe doyamayan yaşlıları, kendinden nefret eden gençleri, toplumsal geleneklerin dışına fırlayan nev-i şahsına münhasırları, doğrucu davutları, direnişcileri, devrimcileri, anarşistleri, sanatçıları, aşıkları, umut edenleri, umut söyleyenleri, umut yazanları…
Tıbbın 500 yıl önceki şeytan çıkarma yöntemleri şimdi işlemi tersine çevirerek her ruha birer şeytan kampanyasına dönüşmüştür. Doğa üstü yöntemleri kiliseye bırakıp tanrının evni arka kapıdan terkettiği zaman insan malzemesinden de vazgeçmiş ve cehaletin tanrılığına soyunmuştur. II. Dünya savaşında yahudileri gazodalarına yollayan Hitler suçludur da o gazı yapan, bu gün de leblebi gibi ilaçlarını içtiğimiz ilaç firması sözde suçsuzdur.
Mesela bütün nedenlerimizi cevaplayacak bir Freud’umuz var. Aynı zamanda film sektörü de onu çok sever. Holywood dünyayı yıllarca onun düşünceleriyle besledi. Çocukluk dönemini iyi geçiremeyenler genelde katil oluyor bunu biliyoruz artık. seri katil olmak içinse daha çok çalışmak daha çok trajedi falan gerekiyor. Kısaca şöyle kaba bir denklem var. Kötü şeyler yaşayanlar kötü olur
Herşey bir yana kim ne derse desin, dünya farklı olanı seviyor böylece ivme kazanıyor. Farklı olanı bizler sevmiyoruz. Ve bu nefretle en onulmaz derde düşüp yüksek ateş ve ishalle seyreden o meş’um hastalığa tutulup FAŞİST oluyoruz.

onaltıkırkbeş yazıları

BÜYÜYÜNCE ÖCÜ OLMAK…

Emel İrtem

Korku yayılacağı coğrafyaya önce ayak sesleriyle hükmeder. Böylece önce korkudan, korkmaktan korkarız. Şiddet bu sözcüğün içine en vahşi en çılgın en hoyrat ama en sinsi şekliyle yuvalanıp, ruhumuzun o karanlık tarafını ele geçirir. Korkunun iktidarı tarafından ezilen ruh sarhoşluğa kendini bilmezliğe ve eblehliğe sığınır. İşte biz orada kendimizi yeniden bu artık nüveden hastalıklarla inşa ederiz. Buradan bakınca korku ile varolmak yok oluşların ve yok edişlerin, en aşağılık biçimi değil mi? Korkuyu bize küçük bir insani zaaf olarak sunan modern dünya kendi gücünü bu zaafın üstüne kurmuştur. Hep sözünü ettiğimiz yakındığımız “tepkisiz olma halleri” buradan feyz alır. Sözcükler bile anlamından olur. Türkiyede 12 Eylül ve Amerika da 11 Eylül bir çeşit yıkıntıyı ifade etse de sonraki kuşaklara korkusunu miras bırakmıştır.
Modern zamanda gerçekleşmesi muhtemel olan hatta olmayan tehdit unsuru henüz tehdit bile değilken korku dinamitinin ateşini fitiller. Korkmuş insanın da tıpkı korkmuş hayvan gibi tepki göstermesi kaçınılmazdır. Önce korku nesnesinden kaçar daha sonra köşeye sıkıştığını anladığında hiç olmadığı kadar saldırganlaşır. Bu gözü kara mücadeleci tavır son noktada, delirmeden yahut ölmeden önce korkuya son saygı duruştur. Korku kendimizi koruma altına alırken büyüttüğümüz bir canavardır. Böylece kendimizi daha büyük sömürü olanaklarının tarlası haline getiririz. Sonradan öğrendiğimiz haliyle korku bizi şiddete meyyal, devamlı şiddet üreten bireyler haline getirirken bir kobra yılanına sarılarak uyuyan bebeğe nedense hayretler içerisinde bakarız.
Ukrayna da 1990 dan sonra tutuklanan bir seri katil, bilinebilen kurban sayısı 55’in üstünde olduğu halde bütün soğukkanlı alaycılığıyla ölüme giderken insanları hayrete düşüren, yüzünde en ufak bir pişmanlık belirtisinin olmamasıydı. Büyük bir mahkeme salonunda ve demir kafeste üstelik etrafı silahlı görevlilerle çevriliyken dahi mahkemedeki insanların kanını donduracak bakışlarını etrafa sukunet içerisinde fırlatırken yarattığı bu üstün atmosferin onu koruyamayacağının gayet farkında olsa da onlardan daha büyük bir şeyi ömür boyu çaldığını biliyordu : güvenlik hissi.
Korkunun mekanizması böyle çalışır. Kişinin güvenlik hissini zedeler. Ayaklarının altındaki zeminin ne kadar kaygan olduğunu hatırlatır. Sistem korkuyu bu düğmelerle harekete geçirir. “ faili mechul” sözcüğü inanılmaz bir güçle çocukların dahi dimağına yerleşirken taraf olmanın ürkütücü ve yok edici gerçeğini de işaret etmektedir. Korku nesnesinin kendisine gerek yoktur. Onu anımsatacak şey gerçek korku nesnesinin yerine geçer.
Bu gün biz ölmekten öldürülmekten yahut delirmekten çok alışkanlıklarımızdan mahrum kalmaktan korkarız. Henüz hastalanmamışken hasta olmaktan öyle çok korkarız ki modern tıbbın kanımızı sonuna kadar emmesine izin veririz. Tıbbın kehanetleri bildiğimiz bütün kehanetlerden daha kötücül bir gerçeklikle ruh sağlığımızı tehdit etmektedir. Kanser olma korkusu, AİDS veya hepatit bulaşma endişesi artık yerini daha basit tanımlı ama daha hızlı öldürücü hastalıklara bırakmaktadır. Envai çeşit grip virüsünün her sene kendini başka bir hayvanla lanetleyerek yaydığı korku insan olma hallerimizi, duygu durumlarımızı ve binlerce yıllık gelenekleri tehdit etmektedir. Çok yakın bir gelecekte kimse kimseyle hiçbir tensel temasta bulunmayacak. Kendimizi çelik kasalar içinde kilitli tutma becerisini göstermek için psikiatri kurumuna şimdi olduğundan daha fazla ihtiyaç duyacağız. Kimsesizliğimizin ağrısıyla sığındığımız o metal dünya yaşarken inşa edilmiş konforlu bir mezarlık olacak.
Dünyadaki şeker imparatorlarının yüzyıllar öncesinde yarattığı köleliği bu gün de biraz modernize edilmiş ama daha vahşi ve merhametten yoksun ve işçi dediği köleleri tamamen açlığa mahkum ederek, aç bırakma korkusuyla terbiye ettiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu işçiler Dominic Cumhuriyetin’e iş bulama hayalleriyle dışarıdan gelen işçiler. Gelir gelmez ellerinden pasaportları alınıyor. Ve kişi başı bir ton şeker kamışı kesmezse günlük yevmiyesi olan 2 doları alamayacakları kendilerine söyleniyor. Sabah kahvaltı etmeden, öğle ve akşam yemeği yemeden 12 saat boyunca şeker kamışı kesen işçilerin geç saatte kalabalık aile gruplarıyla aldığı gıda, lokması sayılabilir cinsten. Şirketin fahiş fiyat uygulayan marketine borçlandırılıyorlar. Ve 18-20 senelik işçiler var. Kör de olsa sakat da olsa tarlaya gitmeye mecbur. Bir terbiye yöntemi olarak kullanılan korku en basit insani ihtiyaçlarımız için bile bizi mücadele edecek bilinçten koparıyor. Bu gün pek çok sektörde benzeri modern kölelik uygulamalarıyla karşılaşıyoruz. Bizi alıkoyan korku konformist tabiatımızın sanal gerçekliğini tehdit ediyor. Bu yüzden oturduğumuz evlerin ve caddelerdeki arabaların %90 ı bankalara ait. Ve bu duruma entegre olabildiğimiz ölçüde bir başka değişle borçlandığımız müddetçe rahatız. Ait olmama, dışarıda kalma, farklı olma korkusu üstümüze görünmeyen bir üniforma dikti. “Aaaa bu kitle üniformalı” diyecek sağduyu sahibi zihinlerin sayısı da bu korku dediğimiz duygu durumuyla bağlantılı olarak değişiyor, azalıyor.
Ölme yahut öldürülme korkusu hiçbir zaman bu kadar sıradan hale gelmemişti. Kanıksadığımız şiddetin ürettiği korku ve korkunun ürettiği şiddet arasında araftayız Telefonum çalıyor.
Annem “artık Mardin’de durma” diyor. Oysa Mardin olası gelecekten daha çok korkuyor. Çünkü töre denilen şey bu coğrafya üzerinden kurşuna diziliyor.
Annem hala meselenin töre olduğunu sanıyor…

Seçme realMardin Günlükleri

3 Eylül

İnsan eğer yeni bir hayata başlamak istiyorsa buna önce adından başlar. Bu temize çekme eylemini doğal bir sürece dönüştürerek onu kendi tarihinden de uzaklaştırır. Peki ya coğrafyalar için ne diyeceğiz ?

Diyarbakır’dan Mardin’e dönüş yolunda bizim şöför bir hikaye anlattı.

-Şu kaleyi görüyor musun?

-Şu tepedekini mi?

-Evet odur..o kaleyi Timur almak istemiş

-Timurlenk mi?

Yoo Timur…Ama kalenin giriş kapısını bir türlü bulamamış…Kuşatma devam etmiş ve en sonunda Kralın kızı Timur’a gizlice haber uçurmuş… Eğer kaledekilerin canlarını bağışlarsa ona kalenin giriş yerini söyleyeceğini iletmiş. O da söz vermiş. Bunun üzerine…eliyle işaret ederek

- Şu kuru dere yatağını görüyor musun?

Hangisini..haa.. ama kurumuş bu yatak..

Orası ırmak yatağı..Kral kızı sözü alınca suya baksınlar samanın en fazla toplandığı yerde kaleye giriş kapısını bulurlar demiş. Timur gelmiş kimseyi öldürmemiş kaleyi almış..

-Eee

-Ne eee si Emel Hocam hepsi bu..

-???

Elbette ben alışık düzende bu olay örgüsünde bi çatışma bekliyordum. Zira öyküyü öykü romanı roman yapan çatışma zincirleri değil midir?

-Neymiş bu kalenin adı? diye sordum

-Zerzevan, dedi.

Sonradan baktım..Romalılar döneminden kalan bir kaleymiş.

Zer “altın” dan geliyor dedim

Öyledir, altın demektir de..zevan ne bilmem..

-Zaten altın aramaya gelenler delik deşik etmişler her tarafı

İşte mevzumuzun başına dönersek bu isim meselesini o zaman düşündüm. Bir coğrafyanın ad aldığıdır tarihi. Ve elbet tam tersi de geçerlidir. Tarihine verilir ismi.. en azından gelenekte böyledir de artık değil… biraz ilerleyince Yeşilköy diye bir yer vardı..benim doğduğum köyün adı da üç kere değişmişti.. ama burada bu coğrafyada çoğu kürt isimli köylerin adı o an ilgili kişinin aklını çeliveren ilhamın inisiyatifine kalmış. Bütün Türkânların Türkiye yapıldığı 01/01 kod numaralı insanların bu isim değişikliklerine karşı ürettikleri birkaç çözüm var elbet. Onuda şu kısa hikâyeyle anlatıvereyim.

90 lı yılların başı. Adamın kızı olur, nüfus müdürlüğüne gider. Kendisi gibi kürt olan nüfus memuruna kızının adını Zozan koymak istediğini söyler.

‘Olmaz’ der nüfus memuru. ‘Başına belamı alacaksın, yasaktır!

ama adam diretir illa Zozan olacak

En sonunda adamın derdini aslında gayet iyi bilen nüfus memuru patlar

-Yahu ben yazayım buraya Suzan, sen evde çağır Zozan…

14 Ekim

Uzun zamandır Mardinsizdim. İstanbuldaydım yeni döndüm. Bu gün mesai yapmam gerekiyordu. Kızıltepe topraklarına ayak basmamla birlikte aksiyon başladı. Bir harala gürele arasında ambulansa alınan hasta yakınının ortalığı inleten sesiyle anladım, kürkçü dükkanındayım.

Aklıma “My Name is Nobody” filmi geldi..Ne vakit izlesem tuhaf bir coşku yaratır bende…

Henry Fonda ve Terrance Hill’in olağanüstü diyaloglarla bezedikleri oyunculukları ve elbette büyük yönetmen Sergio Leone’nin alaycı bir eda ile kamera arkasına geçtiği halde döneminin henüz yaşayan kimi önemli sinemacılarının isimlerini mezarlıklara düşürmede gösterdiği incelikli eleştirel zekası beni inanılmaz derecede keyiflendirir.

İnsan küfrü bile zeka ile yoğurup, pişirip servis ederse o küfür olmaktan çıkar ve zihni açan bir anahtar haline gelir..

Artık bunu yapabilen kişilerle pek karşılaşmıyoruz. Sık sık mail kutuma Can Yücel’in enstanteneleriyle bezeli mailler düşüyor. Ona öykünen genç şairlerin dillerinin altında sakladıkları bir hazırcevaplılık özentisi..Sonra birden inanılmaz hoyrat, zekadan yoksun, ahlaktan ve incelikten nasibini almamış bir saygısızın edebiyat çevresine gelişigüzel ettiği küfürlerle karşılaşıyorum ki bu da ben de estetik çatlama yaratıyor. Üstelik bu küfürleri doğrudan doğruya hesaplaştığı kişiye değil ortaya, herkesin okuyacağı şekilde bir gruba gönderiyor.

O vakit mideme kramplar giriyor. Derin bir umutsuzluğun içine düşüyorum. O andan itibaren beni söyleyen bir dilin nasıl bir karabasana dönüştüğünü anlatmam çok zor. Nefes alamıyorum..aynen böyle oluyor.

Biraz evvel de böyle oldu. Bunu aşmak için pencereyi açtım..

Dışarıda biri bağırıyordu…

- Buranın kaymakamı da benim, valisi de benim, milletvekili de benim….’nın çocukları… kim olduğumu öğreneceksiniz..

Mail kutusuna düşen edebiyatçı olduğunu sonradan yazışmalardan öğrendiğim edebiyat gruplarına atılmış kimi iletilerde de buna benzer cümleler vardı

- Benim kim olduğumu bilmiyorsan git…..kitabımı ve ….kitabımı oku. Ben..Ben..Ben…Ben …Ben…vs…gene Ben…

Ben de bu noktada şu tuhaf hayatımda, şu garip coğrafyada, kendime ancak My Name is Nobody diyebilirim…gerçi büyüyünce Muhteşem Gatsby olabilirim yahut olabilirdim demeliyim zira artık büyümeyeceğim kesinleşti.

Anthony, Orhan Gencebay’ın “ Dil Yarası” bütün bunları belki biraz daha çekilir hale getirebilir… akşama dinleyelim…

22 Ekim

İzmirden Uluer Aydoğdu “denizsuyukasesi”ni göndermiş.. derginin kapağında Hakan Savlı’nın bir şiiri var. İyi şiir sıkı şairin zihnine anahtar olan ve başka şiirler yazdıran şiirdir. “Batırfılay” şiiri son zamanlarda okuduğum ve müthiş keyif aldığım en sıkı şiirlerden.

Laos’a kalkan bir otobüs

Peronda Ping Buri’li bir kız

‘beni unutma’ dedim boynunu büküp

bir kuğu gibi, dedi ki

‘ay batırfılay, yu batırfılay’

…..

Kendisiyle hiç karşılaşmadık, daha çok “unutulmuş çocukluk eskizleri’nden bilirim. Sonra Go oyununa merak sardığım ve kitaplarını aradığım bir dönemde girdiğim bir Kadıköydeki kitapçıda tezgahtar kız bana Hakan Savlı’nın ‘Go Dersleri- Sonsuzluğa Yeni Başlayanlar İçin’ kitabını uzatmıştı. Kitap için o çok sevdiğim şair Ülkü Tamer not düşmüştü. Kıskanıp küsüp,dudağımı bükmüştüm…

İçimde yazma isteğini alevlendiren bu şiiri tekrar tekrar okudukça –iyi şeyler oluyor diye düşünüyorum. İyi şeyler var. Ve iyi şeyler herşeye ve heryere uzakta…o halde uzaklık yakınlıktır ve böyle olması gerekir, böyle olmasında bir iyilik vardır hem. İzmirden, Bursa’dan Eskişehir’den İstanbul’dan postaya verilen dergiler şu sapsarı topraklara yağan kar gibidir. Nefes aldırır, içimi temizler..dimağımı besler..

Belli etmekten utanıyorum ama usulca ve gizlice mutluyum…Anthony’i uyarmalıyım

- Anthony merkezden kaç, merkezde öcüler var..

( onaltı kırkbeş dergisi)



2 Kasım

Ne vakittir düzenli olarak yazamıyordum…Defterim bitmişti ve ben bir türlü istediğim gibi bir defter bulamadığımdan içimden de yazmak gelmiyordu. Bütün düzenli yazma girişimlerim başarısızlıkla sonuçlandı. Objelerle organik bağlar kurmadan onları yaşam alanımda değerlendirmekte hep zorlanmışımdır...
Ve sonunda bir defter buldum. Bu defterden çok hoşlandım ama çantada taşımaya pek müsait değil. Bir de kalın olduğu için yazarken bileğim ağrıyor. Fakat gene de bu defteri sevdim.
Öyle sanıyorum ki defter denilen nesne kendisinin nesne olma halini aşmış bir yaratıktır . üstüne kibirli yazılarla binen yükün yok olmaya başladığı ve zihnimin dehlizlerinde organik bir arşivin umumi kasasına dönüştüğü-şeceği, zavallılığa doğru sayfalarını havalandırdığı şu sıralarda ise ben, içinde sadece bir gölge olmayı baştan kabullenmiş kendi “geveze boşluğuna” Kızıltepe’de, Mardin de bir plaj arayan umutsuz ve lüzumsuz bir kahramanım diyelim. Defter ise hiçte alçakgönüllü olmayan bir müneccim edasıyla sayfaların hışırtısı arasında ruhuma şunları fısıldamaya devam edecek…
Hala çürüyen denizin kokusunu özlüyorsun ve çürüyen zamanın ve çürüyen varlığının…artıklarla beslenmeyi iyi öğrenmiş olmalısın.

Sanırım bütün bunlar sevgili Anthony, bu defterle aramızda başlayan husumetin ilk belirtileri. Defterin kendi imlâsı, hayal gücü, zamanı, boyutu ve aklı var. Bütün bunları ele geçirdiğimde defter aklım olacak… o vakit gerçek istilacının kim olduğu konusunda çıkacak dünya savaşınında nükleer bir boyut kazandığını daha şimdiden görür gibiyim…karşılıklı öfkemiz o kadar büyük işte…

9 Kasım

İşteyim..ölenler var, ve doğanlar…burada ölüm de doğum da çok hızlı. Ve bu hız dünyanın dönme hızının aksine hareket eden sevinçli bir burgaç gibi çekirdeğe oradan da mağmaya ilerleyip dünyanın fazla enerjisini bulduğu bir delikten evrene boşaltıyor olmalı..
Yuvarlak olan nesnelerin kendi aralarındaki akrabalığı sadece benzerlikle sınırlı kalmıyor olabilir. Göz yuvarlaktır, dünya yuvarlaktır. Ölümle doğum arasında da ucu birleşmeye hazır bir çember vardır. Bardak yuvarlaktır, kendini karşıtlığı ile açıklayan her olgu yuvarlaktır, güzel olandan yasak olana yuvarlanan elma yuvarlaktır, masum bir açlıkla cinsel iştah arasında salınan göğüs yuvarlaktır. su damlası yuvarlaktır, ahlak yuvarlaktır, hukuk ve zaman da öyle…sıfır yuvarlaktır ve üçüncü tekil şahıs, kutsal kitaplarda Tanrı yerine işaret edilen “o” işte o da yuvarlaktır.
Evrenin eğer keskin satıhları varsa hiçbir yuvarlak sonsuzluk mecrasında pürüzsüz şeklini koruyamayacak demektir.
Ve kontrolsüz sürat de biçimleri bozar. Doğa’nın asla bize uymayan bambaşka bir ritmi var. Acılarımıza ve sevinçlerimize kulak asmayan bu ritim duygusuyla dünya bestelendi. Fakat ne yazıkki biz ıslık çalacak dudak eylemlerine bile üşeniriz…
Bu fotoğrafta insanlar, hızı temsil eden, tanımlanamayan yaşam formlarıdır…insanoğlu ana rahmine geri dönmeli ve bir daha oradan çıkmamalı…kurtuluş mesaneye tepeden bakan bir koltuktadır…

Öte yandan memleketin mezun ettiği ilk ebelerden Enveriye Hanım’ın diploması o zaman ne işe yarardı ki…



DEVLET-İ ALİYE OSMANİYE DERSAADET

DARÜLFÜNUN TIP FAKÜLTESİ EBE ŞAHADETNAMESİ

1337 SENESİ KABİLE (DOĞUM) MEKTEBİ MEZUNU

DARÜLFÜNUN SERİYAT-I TAHSİLİ NAZARAYİ AMELİ İKBAL VELEDİ.. ÜNVANINI MUVAFFAKİYETLE İSTİHSAL EDİP YİRMİBİR YAŞINDA İZMİRLİ ENVERİYE HANIM BİNLİ AHMET NİZAME-İ MAHSUSTA AHKAMI TAMAMEN MUTABIK OLMAK ÜZERE MÜNHASIR ECRUSENE MEZUN BULUNDUĞUNU
MÜBEYYİN
İŞ BU ŞAHADETNAME MAAMELEYİN TEKLİFİYLE YERİNE İTAR KILINDI

17 TEMMUZ 1337

TIP FAKÜLTESİ REİSİ : AKİ MUHTAR (ÖZDEN)
TIP FAKÜLTESİ KATİBİ UMUMİSİ


BU GÜN KATİBİN YEMİNİ HUZURUNDA DİPLOMA ALDIM

9 AĞUSTOS 1337

19 kasım


Tuhaf bir rüya gördüm. Buna rüya demek çok alçakgönüllüce bir tanım olur, hayır rüya değil bir film bir destan bir beden dışı deneyim, bir roman…
Birini öldürdüm. Daha doğrusu öldürdüğümü sanıyordum…ve yıllarca kaçtım…sonra itiraf etmeye karar verdim. Bu seferde cesedi bulamadım ve öldürdüğümü ispatlayamadım…
şu anda bile kalbimi parçalayan bir vicdan azabı çektim ki bu acıyla kıvranırken ölüverdim…öldüğümü gördüm. Bir örgüyü söker gibi damarlarımı söküyorlardı. Etin içinden nasılda çıtırtıyla söküldüğünü ve verdiği acıyı hatırlıyorum.
Uyandığımda bir saat kendime gelemedim. Sağa sola çarparak evin içinde dolanıyordum aniden raftan bir kitap düştü.
Samed behrengi…püsküllü deve..
Bu kitabı her üç beş sene de bir satın alırım…çocukluğumda arkadaş kitaplarından okumuştum. Bunu çok severdim. Birden püsküllü deveden uyku sersemi katile tekrar dönüştüm. Kitaptan utandım…ama sonra şunu düşündüm..behrengi de masallarını kendi katilleri için yazmadı mı?
Kitabı yerden kaldırırken aklıma takıldı…bir de o sıralarda “ satılık yarınlar” diye bir kitap beni çok etkilemişti…o kitabı bir daha hiçbir yerde bulamadım..yazarını da hatırlamıyorum ama çek bir yazardı gibi aklımda kalmış. Sınıfın ortasında gürül gürül yanan bir soba vardı. 3. sınıftaydım. Öğretmenim bana bu kitabı hediye etmişti. Çalışkanlık alametleri gösterdiğim için…tenefüste sobaya yanaşıp kitabı okumaya dalmıştım. Ve annemin ördüğü hırkayı böyle yakmıştım…
Bakınız bu çok tuhaf…Freud’un varlığından şüpheliyim. Zira bir katil olarak daha korkunç çocukluk anılarına sahip olmam gerekirdi…
Tekrar uyudum…ve rüya uzun metraj bir film gibi kaldığı yerden devam etti…bir seri katile dönüşmüştüm…öldürmeden önce soruyordum
- Behrengi yi okudun mu
- Hayır
- Yanlış cevap…BAM BAM BAMMM…

20 Aralık
(onaltı kırkbeş dergisi)

Yeni sene

Bir büyük rakı aldım. Gelecek gidecek yok…bir iki telefon, bir iki msj…bunlar kâfi. Jübile Klazmer Ensemble, Marchel Chalife, Mozart in Eagypt, tam hüzne gömülürken, Amelia Rodriges ile küçük dünya turumu tamamlamış olmayı umud ediyordum. Böyle olmadı. Hacı Taşan, Özay Gönlüm, Emel Taşcıoğlu, Kadriye Latifova ve Nevzat Karakış ile dem moduna geçtim.
Yeni senenin ilk günü bir Bordello kabusundan da uyanarak dünyaya baktım. Bu dünyanın yuvarlak olmasına imkan yok. Bir kağıt gibi olduğunu sanıyorum. Acı çekerken işte o kenarlarından da düşüyoruz. Böyle oluyor. Geceyi hatırladım. Kar yağıyordu. Mardin’e kar az düşer. Ama gece boyunca yağdı. Balkondan bir avuç kar aldım. Kar kadar gerçek hayat. Anladım, şiir hayata değil, hayat şiire yapışıyor.


10 Ocak 2009

Yaklaşık 9 gündür Anthony’i görmüyorum. Ona ayrı dünyalara ait olduğumuzu söyledim. O da bana “e ne olmuş sen bir yatalaksın ben de bir termoforum” dedi. Eskiden CİA da çalışırdı. Sonra emekliye ayrıldı. Felluce olaylarından sonra oldu bunlar. Erken emekliliğini istedi. Gitti Trakyada bir çiftlik satın aldı. Sonra da termofor olmayı tercih etti.
Bazen Viktorya tarzı döşenmiş bir odanın ortasında elinde ceketiyle öylece dikilirken görüyordum onu. Mardin konusunda oldukça kararlı görünüyor. Buradan ayrılmayacak. Bazen parmaklarını bu sapsarı toprağa daldırıp şöyle diyor: Toprak ne zaman toprak olduğunu biliyor, taş biliyor, su biliyor gökler, ağaçlar kuşlar ve solucanlar biliyor. Ben bilmediğim için bakıp görmeliyim sonra anlamalıyım ki bildim diyebileyim.
Bir termoforun bu inancı ve hırsı beni deli ediyor. Tekrar uykulara dönmeliyim, haklı o kadar da ayrı dünyalara ait değiliz.


22 Ocak 2009

Eğer Calvino Mardin’i görmüş olsaydı “ görünmeyen kentler” in yeryüzündeki aksiyle karşılaştığını düşünüp yazdığı bu muhteşem eseri tekrar geri toplatmaya kalkışabilirdi.
Bir olası Calvino girişimi:
Kaldırımın kenarı uçurum olan bu kenttin küçüklüğü bile şaibelidir. Çünkü asla bir günde yahut birkaç gün sürecek bir şehir turunda gezilip görülecek yerleri tamamen bitirmek mümkün değildir. Sanki bu yüzölçümü küçük, nüfusu az kentin içinde binlerce kent daha saklıdır. Kent her bakışta küçük küçük değişir. Bunu bakışımız mı yapar yoksa kent gerçekten değişir mi bilinmez. Bir kapı, bir balkon, bir pencere, bir tepe her baktığımızda başka başka özellikler edinmiş gibidir.Üstünde yaşayan insanların sanki özel bir teknikle ağır çekimle hareket etmeleri sağlanıyormuşcasına inanılmaz bir yavaşlığın müptelası oldukları anlaşılır. Bu yavaşlık duygusu kenti bir koza içine hapseder. Ve kent bununla beslenir. Kent sakinleri 4000 yıllık yatak odalarında uyurken pencerelerine konan uçutmaların kuyruk hışırtısıyla gülümserler. Kentin bütün çocukları uzağı görmeye alışmış gözleriyle kaldırım kenarlarından ufka doğru başlarını çevirirken yaşlıları sırtlarını genişliğe dönüp yüzlerini çevirdikleri kentin adını alan ve bir kartal yuvasını andıran kaleye bakıp güvercinlerden söz ederler.
Küçük bir bakkal dükkanı raflarını kraker ve cipslerle paylaşan Robert Musil, Peter Handke, Adorno, Dostoyevsky, Oğuz Atay, Hasan Ali Toptaş gibi yazarların kitaplarını gösterip şöyle der; anlamıyorum nasıl oluyorda onları anlamazlar, ben sekizinci sınıfa kadar okudum…ve hiç zorlanmıyorum.
Bakkal buğdayın ilk hali gibiydi. Ekmek olmak istemiyordu. Onu ekmek olmak isteyenlere bırakıyordu.
Cipsler ve kitaplar kendi hallerinde neredeyse simbiyoz bir yaşam alanı yaratmışlar. Öyle ki kitaba bakmadan sözünü etmeden sayfalarını karıştırmadan cips almaya çekiniyorsunuz.


4 Şubat 2009


Bu gün Gabriyel’in dükkanına gittim 2 süryani şarabı aldım. Gabriyel yoktu. Dükkana para isteyen üç kişi geldi. “Ben bu yaşlı kadını hatırlıyorum delikanlıyı da ama bu genç kızı görmemiştim” dedim tezgahtar’a . “onlar bir aile” dedi. “Onlar sırayla deliren bir aile,
kocası öldükten sonra önce kadın delirdi. Sonra delikanlı delirdi ve birlikte dolaşmaya başladılar genç kız liseye başlayacaktı ama o da en sonunda yeni onlara katıldı”.
“Nasıl yaşıyorlar”
“Böyle işte, gördüğünüz gibi, herkesten para istiyorlar ama topladıklarını kendileri harcamıyorlar, sülaleden birileri gelip onların elindekileri alıp gidiyor. Böylece onlar da yeniden güne başlayacak bir nedene sahip oluyorlar”.
Mardin’e ilk geldiğimde kadının tek başına dolaştığını hatırlıyorum. Gülümseyerek para topluyordu. Hala öyle..ama koluna girmiş oğlu ve kızıyla çekirdeğimsi bir aile olarak Mardin’in mecburiyet caddesine İstiklal Caddesi muamelesi yaparken daha huzurlu görünüyor.
Bir nazarlık alıp çıktım oradan. Bir yıldır hayatlarımızda poyraz esiyor. Poyrazımıza nazar değmesin diye…zira enerjisiyle dünyayı döndürebilir. Ve bu insanların dünyanın dönmesine ihtiyaçları var. Onların döngüleri dünyadan bağımsız tamamlansa da herşeye yeni ve başka muamelesi yaparak hayatlarını renklendimeye ihtiyaçları var. Ne diyorlardı kelebek etkisi mi, işte öyle bir şey…



08 Şubat 09

İstanbuldayım. Yağmur ve yağmur…çoğu dostumu gördüm. Kemal Kızıltoprak, Fikret Tunçel, Şeref Bilsel, Betül Dünder, Cenk Gündoğdu, Serdar Koçak..dar zamanda kısa merhabalar…olsun demek hayat devam ediyor. Şükrü Sever Kazablanka da. Bu gün dönecek ama görüşemeyeceğiz ne yazık ki.
Bana telefonda Kazablanka’yı sevdiğini söyledi. Tekrar gidecek. Sanırım bir kaç sene orada kalacak. Ona okyanus manzaralı bir çatı katı tutmasını söyledim. Ve oradan güzel şiirlerle dönmesini.
Şairin gitmeyi bilmesi gerek. Dönmeyi bilip bilmemesi o kadar önemli değil.
Ben gittiğim yerden çoğu zaman dönemem, öyle bir prensip edindiğimden değil, üşendiğimden, ne yazık ki üşendiğimden…

11 şubat 09

Diyarbakırda yeni bir dergi iki genç şairin çabasıyla edebiyatımıza merhaba dedi: Palto. Azad Ziya Eren ve Gonca Özmen Gogol’un paltosuna doğu ve batıyı katlayıp koymuşlar. Derginin batı ayağında Gonca, Doğu ayağında ise Azad var. Oldukça keyifli bir dergi olmuş. Melali öğreten nesle aşinayım. Bursa dan Eliz, Eskişehir den Arkadaş ve Patika dergisi elime geçen diğer dergiler. Herbirinde enfes yazı ve şiirler var. Hareketi görüyorum. Çok güzel şeyler olacak diye düşünüyorum. Yeni ve yetenekli isimler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Ben hiçbir zaman edebiyatımız için karamsar olmadım. Eşikteyiz, içeriye giriyoruz, içeriye giriyoruz, içeriye giriyoruz…

14 Şubat 09


Bu gün sevgililer günü. Ama benim Kabotaj bayramımı kutladılar. Normal bir hayatım olsaydı benim de sevgililer günümü kutlarlardı. Yahut öyle olsaydım…
Simenon’un bir romanını okudum biraz evvel “ Katil”. Olağanüstü bir kurgu. Zeka böyle bir şey. Geçen ay bir roman’a başladım. Ama Simenon kolumu kanadımı kırdı. Yazmayı tasarladığım şeyi yazmış. Peki bu nasıl olabilir. Daha önce bu romanı okumadığım halde nasıl bu kurgu kafama girdi. Tanrım delirebilirim. Bunu bana kim açıklayabilir…yazılmış bir şeyi tasarlamak da neyin nesi. Romanın kahramanlarını hemen işten kovdum. Tazminat falan da vermedim…
Kader roman yazmamın önüne geçiyor olabilir. O halde ben de Ana Britannica yazarım..
(onaltıkırkbeş dergisi)